Çalışma Barışı ve Toplumsal Önemi


Nedir bu çalışma barışı ve neden önemlidir bir bakalım.
Sözlük tanımına bakılacak olursa; bir iş yerinde, işçi ve işveren ilişkilerinin ve çalışmanın barış içinde, uyum içinde sürmesidir. Oldukça basit bir tanımı var değil mi? Oysaki her basit olan kolay değil maalesef. Neden bu basit kavramın zor olduğunu ifade etmeye çalışalım. 
Çalışma barışı; Anayasamızın Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler konulu 3. bölümü, Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti konulu IV. Kısımı 49. Maddesi ile de aynen şu ifadeler ile güvence altına alınmış.
“Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.”
Anayasamızda da görüldüğü üzere, devletin bir sosyal ve ekonomik hak ve ödev olarak çalışma barışını koruması gerekiyor. Peki, bu yapılabiliyor mu? Bunu tespit edebilmek için kavramları netleştirmeye devam edelim.
Çalışma barışı kavramı üzerinde dil bilimsel yapı sökümü yapmaya devam edersek esasen “barış” kavramını da tanımlamamız gerektiği açık.
Çünkü “şeylerin” adını doğru koyamazsak, o “şey” herkese başka anlam ifade edebilir ve böylesi muğlak bir ortamda tartışma yürütmek, akıntıya kürek çekmekten farksızdır.
Hele ki çalışma yaşamında “barış” denilince barışın zıttı olan “savaş” kavramı üzerinden barışı tanımlamak hatasına düşmemek gerekir. Negatif bir bakış ile yapılacak tanımlamalar, barışın tarafı olması gerekenlerin önce savaşacağı, savaşması gerektiği hissine sebebiyet verebilir.
Oysaki çalışma hayatında sürdürülebilir durumlar yaratabilmek için, huzuru ve uyumu sağlamak için savaşmak değil iş birliği gerekir. İş birliğinin gelişimine bakıldığında da tarih boyunca sınıflar arası bir mücadele olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Mücadele etmek ise savaşmak olarak tanımlanmamalıdır.
Bu tanımlamamıza itiraz edecek ideolojik bakışlar olabilir belki. Cevaben söyleyelim; sınıflar arası iktidar mücadelesine denk gelen kanlı devrimlerin varlığını ve etkilerini inkâr etmiyoruz ki üretim biçimlerinin dönüşümü, kapitalizmin doğuşu gibi gerçeklikler bu devrimlere tekabül eder ancak insanlık tarihinde nadiren yaşanan olgular olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Dolayısıyla İşçi ile işveren dünyası için “savaş” kelimesinden ziyade “mücadele” kelimesi çok daha fazla anlam ifade etmektedir. İş birliği ve uyum, mücadele ile sağlanabilir.
Tanımları netleştirme aşamasına dönelim.
Barış; yine TDK sözlükte, uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam olarak tanımlanmış. Barışı mücadele ederek elde etmek mümkün.
Peki, endüstriyel hayatta çalışan ve işveren arasında uyum ve hoşgörünün olması için neler gerekir?
Çok temel kavramlar bunlar ama tekrar etmekte fayda var.
En önemlisi kurumsallıktır. En kaba tabirle hangi durum yaşanırsa kişinin başına ne geleceğini kesin olarak biliyor olması şeklinde ifade edilebilir kurumsallık. Şimdilerde adına “bütünleşmiş yönetim sistemi” (EYS-QDMS-vb) denilen yazılımlarla bu Kurumsallaşma çalışmaları sistemleştirilmeye çalışılmakta birçok kurumda.  Elbette birçok meselede olduğu gibi, kâğıt üzerinde kurumsallaşmada oldukça başarılıyız ancak uygulamada bu ne kadar mümkün, tartışılır. Kurumsallaşma kavramı içine performans sistemini de ekleyebilirisiniz, adil ve eşit muameleyi de, görevde yükselme konusunda fırsat eşitliğini de. Bu noktada “çalışma barışı”nı kavramsal olarak incelememiz biraz daha derinleşmek zorunda, zira çalışma barışını nispeten sağlayan modern yönetim anlayışına dokunmadan olmaz. 
Literatür incelendiğinde esasen kurumsallık meselesinin ilkeleri ile modern İnsan Kaynakları Yönetimi temel ilkeleri büyük ölçüde örtüşmekte. Bu ilkelere bakacak ve kısaca tanımlayacak olursak belki de Türk Kamu sisteminde çalışma barışı denen kavramın altının neden bu kadar boş olduğunu ispat çabamız anlamlanacaktır.
Bu temel ilkeler esasen tanımlarını ezbere bildiğimiz ilkelerdir; liyakat, tarafsızlık, eşitlik, kariyer planı, iş güvencesi, halef yetiştirme, görev anlamında sınıflandırma ve iş tanımlama, adil ve yeterli ücret, hizmet içi eğitim ve yönetimi geliştirme ilkeleridir. Uzun uzun bu ilkeleri ele almak bu tür bir yazı biçimi için pek uygun olmayacaktır ancak bu ilkelerden en temel ve evrensel olan üç tanesini kısaca ele alabiliriz.    
Birincisi kullanmayı en çok sevdiğimiz ve ancak uygulamayı bir türlü beceremediğimiz Liyakat.  En basit tanımıyla “yeterlilik”. Esasen etkin ve verimli bir personel sistemi için getirilecek kural ve uygulamaların tümüdür liyakat sistemi. Bu sistem ile bir personelin çalışmış olduğu işte göstermiş olduğu başarısıyla doğru orantılı görevde yükseltilmesi sağlanır. Kullanılan ölçütler, tamamen tarafsız ve nesnel bir bakışla oluşturulur. Bu sayede en bilgili ve tecrübeli olanlar en uygun işlere seçilir.  Bu tür bir sistem kurabilmek yozlaşmamış olmayı, çıkar ilişkilerinin hoş görülmediği bir toplum olmayı gerektirir ki bizim gibi göçebe geçmişi olan boycu-soycu kültürle yoğrulmuş toplumlar için bu tür bir sistem oturtmak tarihsel incemeler sonucunda bile büyük ölçüde söylenebilir ki pek mümkün değildir. Biz, kendimizden olanı ayırt etme, ona fazlaca anlam yükleme, onu kayırma eğiliminde olan bir toplumuz, bunu itiraf etme cesareti göstermediğimiz sürece de iyileşemeyeceğiz. Kamu düzenimiz de genetik anlamda taşıdığımız bu kültür ile biçimleniyor ve liyakat kelimesini çok sevmemize rağmen uygulamamızın önüne geçiyor. Bu çok açık.
İkinci ele alacağımız kavram eşitlik olsun; bu ilkeye göre yine herhangi bir ayrımcılık yapmadan tüm çalışanlara yönetimin eşit mesafede durması, din, dil, mezhep, siyasi görüş vb. gibi kıstasları gözetmeksizin, salt iş üzerinden ve çalışanın işe olan katkısı üzerinden değerlendirilerek göz önüne alınmasıdır eşitlik ilkesi.  Herkes nesnel ve objektif esaslara göre işe alınmalı, aynı fırsatlar sağlanmalı ve bu konuda nesnel ölçütler kullanılmalıdır. Yine kullanmayı çok sevdiğimiz ancak “soyumuzdan-boyumuzdan” olmayanlara genel olarak pek uygulayamadığımız bir kavram “eşitlik”.
Modern yönetimin yani büyük ölçüde kurumsallığın en temel kavramlarından üçüncüsüne bakalım şimdi de. Adil ve yeterli ücret; yürütülen faaliyetler sonucu elde edilen gelirin paylaşımında adaletin sağlanması ve aynı zamanda ödenen ücretlerin belli standartlarda yaşamaya el verecek yeterliliğe sahip olmasıdır. Mevcut kamu düzeni içerisinde birçok statüde çalışan istihdam edilmekte, bırakın kurumlar arası gelir farklılığını, kurumların kendi içlerinde dahi bu “eşit işe eşit ücret” temelli ilke maalesef uygulanamamaktadır.
Kavramları tanımsal olarak netleştirdikten sonra tekrar bütününe bakalım.
İşçi ve işverenin karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturdukları ortam ise eğer çalışma barışını sağlayan şey, Türk Kamu düzeninde çalışma barışı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bizce söyleyemeyiz ki birçok üniversitede yürütülen akademik çalışmalarla da sabittir bu. Türk Kamu düzeninde çalışma barışı yani işveren olan devlet ile işçi olan (memur-işçi-sözleşmeli işçi-4a-b-c,taşeron v.s) arasında gelişmiş karşılıklı bir anlayış ve hoşgörüden bahsetmek ne kadar mümkün.
Yukarıda verdiğimiz birçok kavram ve tanımından hareket edecek olursak, kurumsallığı kağıt üzerinde harika yapıyor ve ancak temel ilkelerini özümseyip, içselleştirip hayata geçiremiyoruz.
Liyakatten her ortamda bahsetmeye bayılıyoruz ve ancak ilk fırsatta güç elimize geçtiğinde en bilgili ve tecrübeli olanı değil de boyumuzdan-soyumuzdan olanı seçiyoruz.
Eşitlik olmalı diyoruz ancak yine iş vereceğimiz zaman nesnel ve objektif kıstaslara göre değil “boy-soy”  kıstaslarına göre “eşitlik” sunuyoruz.
Yıllardır “eşit işe eşit ücret” diye yasalar çıkarıyoruz ancak her defasında çalışanların statülerini farklılaştırıp eşit işi yapan farklı statülerde çalışanlar yaratıp aynı oda içinde aynı işi yapan taşeronu, işçiyi, memuru vs. farklı ücretlerle değerlendiriyoruz.
Maaşı yüksek olan yerlere ya da statülere nesnel ve objektif olması gereken kıstasları manipüle ederek ve liyakate bakmaksızın hep kendi “boyumuzdan-soyumuzdan” olanları alıyor ya da terfi ettiriyoruz.
Böyle bir ortamda İşçi ve işverenin karşılıklı anlayış ve hoşgörü geliştirmesini beklemek abesle iştigal değil midir?
Böyle bir yönetim anlayışıyla günümüz dünyasıyla rekabet edebilecek işler ortaya koymamız ne kadar mümkündür?
İnovatif bir anlayışın kurumsal olabilmesi, her kademede çalışanın kendini çalıştığı kuruma ait hissedip sorumluluk bilinciyle hareket etmesi ve oranın gelişimi için kafa yorması, kendinden bir şeyler katması için küskün olmaması gerekmez mi?
Liyakatin, eşitliğin, adil ve yeterli ücretin olmadığı bir ortamda “çalışma barışı” da olmaz! Çalışma barışının olmadığı bir ortamdan da çalışan açısından düşük kurumsal bağlılık söz konusu olacağından İnovatif – rekabetçi işler çıkmaz. Ve tarih gösteriyor ki bu tür sistemler yok olup gider.
Ezcümle, bir işveren olarak layık olanı, objektif kıstaslarla seçip, en uygun yerde çalıştırıp adil ve yeterli bir ücret ile karşılığını vermezseniz çalışma barışı bozulacaktır. Eğer işveren “devlet” ise çalışma barışının bozulmasına sebep olacak her işlem tesisi, toplum barışını da bozacaktır.
Toplumsal kaynaşmayı ve barışmayı mumla aradığımız bu günler ise tespitimizin en açık delaletidir.

Yorumlar